Saplantı Ve Suni Gündem
“İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur” diye bir halk deyişi vardır. Her ne kadar halk deyişlerine, anonim tespitlere mesafeli duran bir yapıya sahip olsam da bu deyiş Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için “cuk oturur” türden.
Şöyle ki: bundan 23 yıl önce, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken Siirt’te okuduğu camili, miğferli, süngülü, kubbeli şiirle siyasi yasaklı konuma düşer ve dört ay on gün gibi uzun(!) bir süre hapis yatar (aklıma istemsizce yıllardır haybeye hapiste olan aydın, gazeteci, yazar-çizer, politikacı, sivil toplum aktivisti geldi nedense). Elbette insan okuduğu bir şirden dolayı belediye başkanlığı düşürülüp hapsedilmemeli .Yönettiği belediyeye de kayyım atanmamalı mesela.
Fakat gelin görün ki dönemin belediye başkanının bu mahpusluğu Türk siyasi tarihinde derin bir kırılma yaratır. Artık muhtar bile olamaz denilen Recep Tayyip Erdoğan, şimdi artık “her şey…”
Kurduğu parti 2002’de kendisinin de beklemediği bir şekilde tek başına iktidar olunca, seküler muhalif kesimde birtakım kaygılar belirdi haliyle. Cumhuriyetin kazanımlarını kaybetme korkusu şeklinde özetlenebilecek bu kaygıları uzun yıllar göğüsleyecek görece demokratik reformlar gerçekleştirdi. AB’ye tam üyelik hedefiyle gerçekleştiriliyor gibi görünen bu reformlar beraberinde arka arkaya seçim zaferleri getirdi ve iktidar perçinleşti.
Fakat iktidar, beraberinde güç zehirlenmesini de getirdi. Haliyle yavaş yavaş yedisindeki kişiliğine büründü yetmişindeki iktidar aktörümüz.
Nitekim Siirt’teki cami şiiriyle başlayan hikaye Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesiyle zirve yaptı. Tabii arada neredeyse hiç kimsenin zahmetli yolculuğa katlanıp da uğramadığı ve her vakit boş kalan 60 bin kişilik Çamlıca Camii, ucube mimarisiyle Mimar Sinan’ın kemiklerini sızlatan devasa Mimar Sinan Camii ve neredeyse her resmi kurumun her katına yapılan sayısız minik minik camiler deyim yerindeyse bu “cami saplantısı”nın dışa vurumu.
Tabii Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi ve sonrasında yapılan tartışma, açıklama, yorum ve eleştiriler hâlihazırda sıcaklığını koruyor. Dünya tarihinde belki de ilk defa bir devlet erkânı ibadet için bir takım insanlara resmi “namaz davetiyesi” gönderdi. Bu tutum bile başlı başına amacın namaz kılmak olmadığını siyasi şov olduğunu gösteriyor. Sonrasında diyanet işler başkanının yedi düvele karşı minberdeki “kılıç düellosu davetini” ve cumhuriyetin kurucusuna itafen sarf ettiği akıl almaz sözler, çeşitli kesimlerden gelen, Atatürk’ün cumhuriyet dönemindeki bütün icraatlarına yönelik mantık dışı ve yer yer hakarete varan sözlerle devam etti.
Hilafet çağrısında bulunan bir dergi hem genel yayın yönetmeni, çalışanları hem de okurlarıyla destekledikleri siyasi partinin (büyük olasılıkla AKP) cumhuriyet yönetiminin bir ürünü olduğunu hesaba katamıyor. Dedim ya mantıksızlık ve “nerden baksan tutarsızlık.”
Merak ediyorum. Saltanat/hilafet vs. gelirse hanedanı nereden bulacaklar. Zira ülkeyi kuran aynı zamanda ülkenin hanedanı olur ve kurucumuzun da erkek çocuğu yok bildiğiniz gibi.
Diğer taraftan cumhurbaşkanın oğlu Bilal Erdoğan boş durur mu? Dahiyane bir tespitte bulunur. Alfabeden dem vurur. Harf inkılabını eleştirir ve der ki: “Yunanistan, Japonya, Çin niye alfabesini değiştirmemiş. Demek ki gelişmişliğin alfabeyle bir ilgisi yok.” Ben de kendisine bir örnekle yardımcı olayım. Rusya da alfabesini değiştirmemiştir.
İlk bakışta “acaba” dedirten bu açıklama tabii ki büyük bir talihsizlik. Nedeninin tane tane anlatmak gerekirse…
Dil ile alfabe arasında sıkı bir ilişki vardır. Yani alfabe dilin anlatım gücünü sınırlayabilir ya da genişleyebilir. Dilin fonetik yapısına aykırı olabilir ya da uygun olabilir. Bu açıdan bakınca Ruslar tarih boyunca Kiril alfabesini kullanmıştır. Çünkü Kiril alfabesi Ruslara aittir ve Rusçaya en uygun alfabedir. Aynı şekilde Arap alfabesi Araplara aittir ve Arapça için en uygun alfabedir. Durum Çince, Japonca ve Yunaca için de aynıdır. Bu diller bin yıllardır bu alfabelerle yazılıp çizilmiştir, ifade edilmiştir. Dolaysıyla kusursuz bir uyum söz konusudur bu diller ve alfabeler arasında.
Biz Latin alfabesini kullanıyoruz (umarım kullanmaya devam ederiz). Bu alfabe adından da anlaşılacağı üzere bize ait değildir. Türklere ait olan Göktürk/Uygur alfabeleri bin yıllardır kullanılmadığı için (Çünkü İslamiyet’in kabulüyle beraber tamamen Arap alfabesine geçilmiştir) günümüz Türkçesi’nin ihtiyaçlarına cevap verecek durumda değildir. Yılardır kullandığımız Arap alfabesinin birçok sesinin Türkçede karşılığı yoktur. Aynı şekilde Türkçedeki birçok sesin de Arap alfabesinde karşılığı yoktur. O nedenle Türkçeye hem yapısal hem de fonetik olarak en uygun alfabe Latin alfabesidir. Bilmem anlatabildim mi..?
Tabii memlekete hilafetin/saltanatın geri gelmeyeceğini, eski ölçü biri birimlerinin, takvimlerin alfabelerin vs. yeniden uygulanamayacağını bunları savunanlar dahil herkes biliyor.
O halde kopartılan bu fırtınanın sebeb-i hikmeti nedir.
Tabii ki reel politika.
Herkesin bildiği gibi politikada dışa dönüklük ve içe kapanıklık ters orantılıdır. Uluslararası siyasette işbirliği yapılacak ülkeler ve mecralar daraldıkça yani yalnızlaşıldıkça, “yurtta sulh cihanda sulh” şiarından uzaklaşıldıkça içeride otoriterleşme artar, korku atmosferi yaratılır, ilkel duygular coşturulur, suni gündemler yaratılır, tribünlere oynanır ve gerçeklik örtbas edilir. Şu an yaşadığımız da tam olarak budur.
Tam dersi durumda uluslararası siyasette barışçıl politikalar izlendikçe, içeride demokratikleşme, maddi refah, iç huzur ve güven duygusu artar.
Bütün bunlar ışığında bana kalırsa oyunun son perdeleri oynanıyor. Ne görkemli ibadet seremonileri, ne nostaljik hezeyanlar, ne de kurucu değerlere yapılan saldırılar… Hiçbiri işe yaramayacak. Gitme vakti gelmiştir artık. Sözü Victor Hugo’ya bırakırsak: “Zamanı gelmiş bir fikrin önünde hiçbir ordu duramaz.”
Selahattin Düzgün
Çanakkale Eğitimsen Eğitim Sekreteri